Yazı ve Fotoğraflar: Tahsin CEYLAN
Van Gölü ile ilgili olarak basında sık sık çıkan haberler üzerine 10 Kasım 1995 tarihinde Sualtı Federasyonu (SCSPF) Başkanımız Sayın Harun Sevinç başkanlığında ben, Erhan Öztürk, Ferda Büyükbaykal, Cantürk Yanpar, Aşkın Canbazoğlu, Erdoğan Özarık, Haluk Cecan, Bahri Polat, Volkan Tuncay, Selen Canbazoğlu, Onur Apuhan’dan oluşan ekiple Ankara’dan uçakla Van’a hareket ettik. Arkadaşlarımızın bir bölümü İstanbul’dan direkt Van’a uçarken, biz de Ankara’da, Bodrum, Fethiye ve Aydın’dan gelen diğer ekip arkadaşlarımızı bekleyerek her türlü hazırlığı tamamladık. Aşkın Hocamız Bodrum’dan kompresörü yükleyerek geldi, tüplerin içindeki havaları tamamen boşalttıktan sonra başkanımızın girişimleri ile THY VIP salonundan oldukça ağır ve parça olarak fazla ekipmanla uçağa bindik.
Van’da herhangi bir dalış merkezi olmadığından kurşun kemere varana kadar her türlü ekipmanı beraber götürmek zorundaydık. 10 Kasım Cuma günü 1.5 saatlik bir uçak yolculuğunu müteakip saat 15:00 sularında Van’a vardık, saat 16:00’da ise hava kararmaya başladı. Cuma akşamı Özel İdare’ye ait Valilikçe tarafımıza tahsis edilen misafirhaneye yerleştikten sonra hemen araştırma ve hazırlık çalışmalarına başladık.
Valilik yetkilileri ve bölgede kaptanlık yapan çeşitli kişilerle görüşmelerimizde Vanlıların bir burukluk yaşadıklarını hemen farkettik. Sonradan bu burukluğun Kanal D’de yayınlanan Van gölü canavarının “camış” olduğu iddiasından kaynaklı olduğunu öğrendik. Zira Vanlılar yüzyıllardır hayvancılıkla uğraşıyorlar ve “Camış”ı da çok iyi tanıyorlar. “Camış”ı araştırmak elbette ki bizim konumuz değil, ancak Van halkının bundan rahatsızlık duyduğunu da belirtmek istedim.
11 Kasım Cumartesi günü dalmayı planlıyorduk. Bu arada Van’ın deniz seviyesinden yüksekliğinin 1700 mt. civarında olduğunu öğrendikten sonra, hemen dalış bilgisayarlarımıza ve diğer bilgilerimize başvurarak bu yükseklikteki bir dalış ile ilgili araştırmalarımıza başladık. Ancak Cumartesi sabahı uyandığımızda karşılaştığımız şiddetli fırtına, kar yağışı ve göldeki 3-4 metre yüksekliğindeki dalgalar dalış için hiç de uygun koşullar değildi. Ancak biz bütün gün oturup beklemek yerine, tarihi Van kalesini gezmeye karar verdik. Ben, Ferda Büyükbaykal ve Erhan Öztürk, bulduğumuz bir taksi ile yaklaşık 7-8 km gittikten sonra kaleye vardık. Taksi şoförü bize misafirperverlik göstererek rehberlik yaptı. Ona da buradan teşekkür ederiz.
Van ve çevresi tarihsel yapılar açısından oldukça zengin. Yörede yapılan kazı ve araştırmalarda ele geçen bazı arkeolojik buluntularla çevreden derlenen etnografik yapıtlar 1972’de ziyarete açılan Van Müzesi’nde sergilenmektedir.
İlin 5 km. Batısında ve Van gölü kıyısı yakınlarında bulunan Van Kalesi ise ülkemizdeki önemli arkeolojik yapıtlardan biridir. Kale; Urartular, Medler, Persler, Ermeniler, Bizanslılar, Araplar, Selçuklular ve son olarak da Osmanlıların elinde kalmış, M.Ö. 3000 yılından 1918’e değin sürekli oturulan bir merkez olmuştur.
Oldukça soğuk havaya ve yoğun kar yağışına rağmen Van Kalesi’ni adım adım gezmek, buram buram tarih yaşamak beni oldukça mutlu etti. Kara çekimlerinde kullandığım Revu marka fotoğraf makinamın donmaya müteakip çalışmaması ve görüntüleme şansımı yitirmeme rağmen yine de zevkli bir geziydi.
Üretme çiftliğine rastladık. Burada Alabalık dışında 3 farklı tür tatlı su balığını adapte etme çalışmaları yapılıyormuş. Ancak bu konuda henüz bir sonuç alınamamış.
12 Kasım Pazar sabahı uyandığımızda güneşli bir gün bizi karşıladı. Soğuk olmasına rağmen, kar yağışı ve fırtına olmayışı, gölün de sakin oluşu dalış programlarımıza işlerlik kazandırdı.
Bir gün önceden tüplerimizi doldurduğumuz için hemen seferber olduk. Van İl Özel İdaresi’ne ait saç bir tekne ile saat 12:00 sıralarında göle açıldık. Bir önceki gün yaşanan kötü hava şartları nedeniyle göl suyu oldukça bulanık olmasına karşın, Edremit yakınlarında dalış hazırlıklarına başladık.
Gölde dalışlarımızın en önemli nedeni bizim için esrarengiz olan gölü tanımak olacaktı kuşkusuz.
Suya atladığımızda ben ve dalış arkadaşım Cantürk, suyun yüzey sıcaklığının 9 C civarında olduğunu gördük. Dalış bilgisayarlarımız da 1700 m civarındaki yüksekliğe göre limitlerimizi kısmışlardı. Türkiye’nin en büyük, dünyanın ise 4.büyük gölüne dalmak, yaşanan soğuğa rağmen heyecan vericiydi. Van gölü, Van ve Bitlis arasına sıkışmış, 3760 km2 yüzölçüme sahip. Doğu yarısı Van, batı yarısı ise Bitlis ili sınırları içerisinde yer alan göl sularının deniz yüzeyinden yüksekliği 1646 m. civarında.
Doğu yarısı, batı yarısına göre çok daha sığ olan gölün en sığ kesimlerini (azami 50 m) Van koyu ile Erciş körfezi oluşturuyor. Ahlat ile Adilcevaz arasındaki kıyının açığında yer alan, 451 metrelik çukurun ise gölün en derin yerini oluşturduğu söyleniyor.
Gölün Güneybatıdaki Tatvan Koyu ile Kuzeydoğudaki Erciş Körfezi’ne uzaklığı 130 km. Gevaş Koyu ile Ahlat koyu arasındaki ekseni ise 80 km. Civarında olup, gölün sığ sularının kışın donma yaptığı ifade edilmiştir.
Dalışa başladığımızda 9 C olan su ısısı 22 metrede 5 C civarındaydı. 10 metre sonra ise aşırı bulanıklık ve güneş ışınlarının etkisizleşmesi nedeniyle karanlık hakimdi. Dip ise Ankara’daki göl-baraj dalışlarından alışageldiğimiz yumuşak çamur tabakası ile örtülüydü. Görüş mesafesi ise yaklaşık 1 metre ile sınırlı olduğu için, dalış arkadaşım ile birlikte gezerken müthiş bir heyecan yaşadık.
Sudan her çıkışımızda ise basın mensuplarının “ ne buldunuz, bir ize rastladınız mı?” sorusu güncel bir konu olarak hep bizleri karşıladı. Belli ki onlar bir canavar arıyorlardı, ancak o da bizde yoktu. Ekipte yer alan diğer arkadaşlarımın da dalışlarını tamamlamalarına müteakip, tekne ile geri dönüşe başlandı.
Göl suyunda bulunan çeşitli maden tuzları nedeniyle gölde yerli halkın “İnci” dediği tatlı su kefali yaşıyor. Yöre halkının dediğine göre bazı günler 20-50 ton arasında balık avlayabiliyorlarmış.
Yolda bir balıkçı teknesine rastlamamız, inci kefalini daha yakından tanımamıza olanak tanıdı. Balıkçının attığı ağın yaklaşık 100 metreden çekildiğini ifade etmesi, gölün derinliği hakkında bir fikir edinmemize neden oldu. Bu arada ekibe canlı canlı inci kefali ikramı da ihmal edilmedi. İskeleye vardığımızda gemi kaptanımız Muhlis Erdem hemen kıyıda bulunan lokantada balıkları yememiz için hazırlatarak inci kefalini tatmamızı sağladı ve aynı saatlerde gölde gün batımını izlemek hüzünlü bir şarkının son mısralarını mırıldanmak gibiydi.
Valiliğin bizlere tahsis ettiği vasıtalarla kaldığımız misafirhaneye döndükten sonra Pazartesi günü yapılacak dalışların hazırlıklarına başladık. Aşkın hocamızın kompresörü bütün sorunların çözümü, dalış arkadaşım Cantürk’ün esprileri ise gergin anların ilacı oldu.
Pazartesi günü yine bütün hazırlıklar yapılmış olarak sabah saat 9:30’da hareket ettik. Bu seferki hedefimiz Ahtamara adası civarı ile Gevaş koyu açıklarıydı.
Akdamar adası olarak isimlendirilmesine karşın adanın esas adının Ahtamara olduğu bilinmektedir. Van gölünün güneyinde olan ada 10.yüzyılda Ermeni yerleşimine sahne olmuştur. Adada bulunan kilise kalıntıları günümüzde de ayaktadır. Yöre halkı, adada Ermeni yerleşimi döneminde üzüm bağlarının bulunduğunu ve şarapçılığın o dönemde en önemli gelir kaynağı olduğunu ifade etmişlerdir. Kilise duvarlarında bulunan kabartmalarda ise üzüm motiflerine rastlanmaktadır. Ahtamara adasının bir de mitolojik efsanesi var.
Efsaneye göre, adada yaşayan papazın kızı, karşı kıyıdaki köyde yaşayan delikanlıya aşık olur. Kızın adı da tamara’dır. Kız akşamları eline bir meşale alıp, kıyıda oturur. Delikanlı ise meşaleyi kerteriz alarak yaklaşık 2 km. mesafeyi yüzerek sevdiğinin yanına gelir. Derken bu büyük aşk, kızın babası tarafından öğrenilir. Papaz kızını zindana hapseder ve eline bir meşale alıp kayığa biner. Meşalenin ışığını gören delikanlı ise her zamanki gibi sevdiğine ulaşmak için yüzmeye başlar. Delikanlı yüzdükçe kayık ondan uzaklaşır ve delikanlı yorulur. En sonunda boğularak ölür. Ancak ölmüden önce “Ah Tamara” dediği ifade olunur. Bu hüzünlü öykünün insanı etkilememesi mümkün değildir.
Ahtamara Adası’na vardığımızda ilk dalış grubunda ben, Cantürk ve Erhan adanın hemen 250 metre güneyinde suya inerken, Haluk Cecan’da adanın kiliseye çıkılan kapısına yakın bir yerde daldı. Suyun sıcaklığı yüzeyde 9 C, 25 metre derinlikte 5 C düzeyindeydi. Kilise yönünde gölü tanıma ve inceleme çalışmalarını sürdürürken muhtemelen Osmanlı dönemine ait bir top mermisine rastladık ve yanımda taşıdığım Nikonos V ile 15 mm objektifle hemen bunu görüntüledim. Bu arada ada çevresinde, mercimek büyüklüğünde siyah renkli, minik ayaklı canlılara, ceviz büyüklüğünde salyangoz kabuklarına karada bulunan ot türlerine (oldukça yeşil) ve irili ufaklı kemik parçalarına rastladık. Birinci dalışı tamamlayıp yüzeye çıkmaya müteakip, adadaki kiliseyi gezmeye görüntülemeye başladık.
İkinci dalış noktası ise Gevaş Koyu yakınlarıydı. Hocamız Aşkın Canbazoğlu, bu noktaya önce benim inmemi, görüş mesafesi tayini ve olabilecek bir bulgu paralelinde diğer ekibin dalacağını belirtince suya atladım ve zigzag çizmek suretiyle bölgede Van müze müdürü Sayın Ersin Kavaklı’nın daha önceden ekibi bilgilendirmesi ile tarihi kalıntılar arayışına başladım. Görüş mesafesi hemen hemen yok gibiydi ve su aşırı derecede bulanıktı. Takriben 15 dakikalık muhtelif yönlere gezinti sonucu üzerinde çeşitli yazılar ve figürler bulunan kalıntılara rastladım. Makinemde 18 pozum mevcuttu ve hemen yaklaşıp görüş mesafesine uygun 30 cm mesafeden görüntülemeye başladım. 18 pozum bitince yüzeye çıktım, şiddetli akıntı vardı ve tekne biraz ileride bekliyordu. Aşkın hocaya gerekli açıklamalarda bulunduktan sonra Aşkın Hoca, Haluk Cecan ve Federasyon Başkanımız bu bölgeye dalış yaptılar. Ben de Erhan’ın filmimi değiştirmesini bekleyip tekrar bu bölgeye daldım ve görüntü almaya devam ettim. Ancak bu sırada ilk dalış sonrası yüzeye çıktığımızda kulakları sağır edercesine bir patlama sesi duyduk. Önceleri çatışma zannedildi, sonra bunun kıyıda yol yapım çalışmaları olduğu anlaşıldı. Patlama sırasında suda olmamak, sesin sudaki hızını hatırladığımızda, ben ve ekibimiz için büyük şanstı.
Çektiğim diaları banyo ettirip, müze müdürüne gösterdiğimizde, bu kalıntıların 14.yüzyıl Selçuklu dönemine ait ünik eserler olduklarını ifade ettiler. Karada benzer figürlere rastlanılmadığı da ayrıca tarafımıza iletildi. Bu arada müze müdürü, Kültür Bakanlığı’na hemen konunun iletileceğini, muhtemelen yaz aylarında ise bu eserlerin gün ışığına çıkarılması çalışmalarına başlanacağını belirtti.
Van gölünde “canavar” mitosu ile başlayan çalışmalarımızın farklı ve daha önemli bir boyuta yönelmesi, ekibimizce sevinçli karşılandı. Bu arada önemine inandığım bir konuya değinmek istiyorum. Yöredeki insanlarla yaptığım sohbetlerde volkanik bir göl olan Van gölünde sıkça sarsıntılara rastlandığını, hatta 1986 yılında merkez üssü Van gölü olan önemli bir deprem yaşandığını belirttiler. Dünyanın 4.büyük gölünü 4 günlük bir araştırma ve tanımamızın mümkün olamayacağının bilinci ile bir kapı aralamanın yararlı olacağını düşünüyoruz.
Dönüş yolculuğunda, uçaktan baktığımızda Van yakınlarında oldukça yüksek bir dağın tepesinde krater gölü gördük ve hemen görüntüledik. Umarım ileride buraya bir dalış yaparız.
Evet, hayali bir canavar yaratıldı. Ve yaratılan, bu “canavar” mitosu sayesinde Vanlıların pek çoğu psikolojik etkileşim sonucu geceleri gölün kıyısından geçmeye ürküyorlar. Yüzme bilme oranının oldukça az olmasına karşın, bundan böyle insanların yüzme öğrenmek amacıyla göle girmek istemeleri de şüpheli görünüyor.
Acaba yaratılan ve bazı basın organlarının oldukça işlediği ve abarttığı “canavar” mitosu yarattıkları etki açısından bakıldığında kendilerini canavarlaştırmıyor mu?
SUALTI DÜNYASI DERGİSİ
SAYI 1 OCAK 1996